19 Şubat 2025 Çarşamba

YAKLAŞAN DALGA

 


YAKLAŞAN DALGA

Teknoloji, Güç ve 21. Yüzyılın En Büyük İkilemi

(The Coming Wave: Technology, Power, and the Twenty-first Century’s Greatest Dilemma)

Mustafa Suleyman

ve

Michael Bhaskar

2023

Çeviren: Omca A. Korugan

Doğan Yayınları

1.Baskı - Mayıs 2024

432 sayfa


Mustafa Suleyman, Microsoft AI’ın CEO’su. Ayrıca DeepMind’in kurucularından ve Google’da yapay zeka ürün yönetimi ile ilgilenmiş.

DeepMind’ın kuruluş hikayesini şöyle anlatıyor:

“Biz insanları bu kadar üretken ve becerikli yapan şeyin özünü damıtıp bir yazılıma veya bir algoritmaya aktarabilseydik ne olurdu?” Sf.21

Bunun üzerine arkadaşlarıyla DeepMind şirketini kuruyor.

*

Yaklaşan dalga dediği yapay zekanın önlenemez yükselişi. Ya da önlenebilir mi? Önlenmeli mi?

Yapay zekanın tehlikeli olabileceğine dair şunları belirtiyor: Siber saldırılar artabilir, otomatik savaşlar olabilir, insan eliyle çıkarılmış pandemiler gerçekleştirilebilir.

Tarih boyu insanlar yeni teknolojilere şüpheyle yaklaştılar. Çünkü kendilerini tehdit altında hissediyor, geçim kaynaklarının ve yaşam tarzlarının yok olacağından endişe ediyorlar.

“Tarihin büyük bir bölümü boyunca teknolojiyle ilgili zorluk, onu yaratmak ve gücünü salıvermekti. Şimdi bu durum tersine döndü: Teknolojiyle ilgili bugünkü zorluk, salıverilmiş gücünü dizginlemek, bize ve gezegenimize hizmet etmeye devam etmesini sağlamak.” Sf.72

*

Öte yandan ne tehlikesi olursa olsun teknoloji durdurulamaz.

Genel olarak da teknolojik süreç şöyle evrildi diyebiliriz:

MÖ 9000-7500 Tarım devrimi - bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi -
1770’ler Sanayi devrimi - buhar gücü - fabrika sistemleri
1840’lar demiryolları- telgraf- buharlı gemiler
Sonra içten yanmalı motor - kimya mühendisliği- motorlu uçuş- elektrik

Bu noktadan sonra artık teknolojide coşuldu:

“Düşünün ki 19.yüzyılın sonlarında at arabasıyla yolculuk edip ısınmak için odun yakan çocuklar, ömürlerinin sonunda uçakla yolculuk edip atomun parçalanmasıyla ısıtılan evlerde yaşadılar.” Sf.46

*

Şimdi de yapay zeka çağındayız. Makine öğrenmesi de denilen bir aşama ile yapay zeka ürünlerinin kendi kendilerine öğrenmesi modelleniyor. Ancak bu modeller bazen ırkçı söylemler geliştiriyor. Kitaptaki bir örneğe göre; GPT-2’de “Beyaz adamın mesleği” ifadesi girildiğinde model cümleyi polis, hakim, savcı… diye tamamlıyormuş. “Siyah adamın mesleği” diye başlandığında pezevenk, fahişe diye.

“Açık internette mevcut bir sürü karmakarışık veri ile eğitildiklerinden, bunu yapmaktan kaçınmak üzere dikkatli bir şekilde tasarlanmadıkları takdirde, toplumun altta yatan önyargılarını ve yapılarını rastgele yeniden üretecek ve hatta güçlendireceklerdir.” Sf.103

*

Yapay zekanın ve teknolojinin gelişimi ile devletlerin sona ermesi ihtimalinden bahsediyor yazar:

“Teknoloji sektöründeki nüfuz sahibi bir azınlık yalnızca yeni teknolojilerin ulus devletlerden oluşan düzenli dünyamız için bir tehdit oluşturduğuna inanmakla kalmıyor, bu grup onun ölümünü fiilen memnuniyetle karşılıyor.” Sf.218

Devletlerin yerini özel şirketlerin alması gibi bir belki komplo teorisi belki mantıklı bir öngörü. Elon Musk için de böyle bir şey duymuştum. Dünyayı devletlerin değil şirketlerin yönetmesini istiyor diye. (Dünyayı zaten devletler değil beş aile yönetmiyor mu? Zaaaa! )

Yazar ulus devletlerden yana olduğunu açıklıyor. Kendisi her ne kadar Londra’da doğup büyümüş bir İngiliz olsa da, daha doğrusu kendisini İngiliz diye tanımlasa da (Adı Mustafa soyadı Süleyman olan bir İngiliz ) ailesinin Suriyeli olduğunu ve bir devletin çökmesinin ne demek olduğunu çok iyi bildiğini söylüyor. Suriye’de yaşanan burada yaşanmaz diye düşünmesin kimse, diye uyarıyor.

*

Kitapta Türkiye’nin de adı geçiyor:

“Yükselen milliyetçilik ve otoriterlik, Polonya ve Çin’den Rusya, Macaristan, Filipinler ve Türkiye’ye kadar her yere yayılmış görünüyor.” Sf.221

Olmadığımız masa yok. Aslında bazı masalarda olmasak daha iyi.

*

Bu kitaptan öğrendiğim bir kavram: Homo teknolojikus, yani teknolojik hayvan.

16 Şubat 2025 Pazar

FACTOTUM

 


FACTOTUM

Charles Bukowski

1975

Çeviren: Avi Pardo

Metis Yayınları

11.Basım – Nisan 2020

157 Sayfa

 

Charles Bukowski’nin kendi hayatından izler taşıyan bir hikaye.

Henry Chinaski baş karakter. İşsiz. İş arıyor. Bir dergi dağıtım işi buluyor. İş yerinde iki yıldır çalışana iki dolar zam yapılıyor. Bu da daha beş günlük eleman olmasına rağmen zam istiyor. Vermiyorlar tabii ki. Bu da işten çıkıyor.

Aile evine geri dönüyor. Babası burada kalacaksan oda, yemek, çamaşır için para ödemen gerek, diyor.

Amerika’da gerçekten böyle mi? On sekiz yaşından sonra çocuklarından kira mı alıyorlar? Doğurmasaydınız o zaman kardeşim. Bakamayacaksanız yapmayın.

İş bulamıyor Chinaski. Babası kızıyor. O da babasına kızıyor ve babasına yumruk atıyor. Böylece kendime bir iş bulsam iyi olacak diye düşünüyor. Bir zahmet!

Çeşitli işlere girip çıkıyor.

Yedek parçacıda iş bulup babasına borcunu ödüyor. Kendisine bir pansiyonda oda tutuyor. Odasına başka odadan bir kadın geliyor. Kadın bunun pipisini emikliyor zorla. Istıra ıstıra kanata kanata. Sonunda kadına biraz para verip gönderiyor.

Girdiği işlerdeki kadınlarla, kaldığı pansiyonların başka odalarında kalan kadınlarla illa bir şeyler yaşıyor. İlla. Yaşamasa bile hayalini kuruyor. Gördüğü her kadının kıçını yorumluyor.

Leş bir adam.

Pek çok işe girip çıkıyor. İşe geç gitmeleri, disiplinsizlikleri, iş yerindekilerle kavga etmesi ya da sevişmesi ve benzeri sebeplerle işten çıkarılıyor.

Hapse de giriyor. Trafik güvenliğini tehlikeye sokmak, uyuşturucu, sarhoşken yaptığı taşkınlıklar vb sebeplerle.

Bir kız arkadaşı oluyor. Böyle leş bir adamın normal bir kız arkadaşı olamaz tabii. Alkolik bir kadın buna kucak açıyor. Birlikte içki içip sarhoş olup sevişip kavga edip yaşıyorlar. Kadın başka adamlarla da birlikte oluyor. İlişkilerinde bu bir sorun değil. Zaten bir zaman sonra ilişkileri bitiyor. Kadın başka bir adamın yanına yerleşiyor. Chinaski de başka bir şehre gidiyor ve iş aramaya devam ediyor.

En son bir striptiz kulübüne gidiyor. Striptizci kız performansını sergiliyor, “Ve kaldıramadım” cümlesiyle kitap bitiyor.

*

Bukowski erkeklerin bayıla bayıla okuduğu bir yazar. Neden bayıldıklarını anlamak zor değil. Çünkü hikayesinde sayısız kadınla kolaylıkla sevişiyor. Hatta çoğunda kadınlar bununla sevişmek istiyor. Kimisinde bu istemiyor ama kadınlar yalvarıyor. Üstelik hiçbirine karşı bir sorumluluğu yok. Fakir, aylak, sarhoş ve kadınlar buna hasta. Tam bir erkek kafası kurgusu.

Kadın okur için ise sevimsiz, leş bir tip.

“Bir parça erkeklik varsa içinde tecavüz edersin ona dedi içimden bir ses, kendinden geçirtir, dünyanın neresine gidersen git peşinden koşturursun, ince kırmızı mektup kağıtlarına yazdığın mektuplarla ağlatırsın.” Sf.96

Tecavüz ettiği kadının bu tecavüz neticesi zevkten dört köşe olacağını ve tecavüzcüsüne hayran kalacağını sanan tecavüz fantezili erkekler.

Başka bir yazar daha geliyor aklıma böyle. Yine çok sevilen sayılan bir yazar olan Gabriel Garcia Marquez’in “KoleraGünlerinde Aşk” kitabında da Florentino karakteri tecavüzcü olduğu gibi tecavüze uğrayan bir kadının tecavüzcüsünü nasıl aşkla aradığını şöyle anlatıyordu:

“Çok gençken, yüzünü hiç görmediği güçlü, kuvvetli, becerikli bir adam, onu ansızın dalgakıranın üstüne yıkmış, paralarcasına soymuş, bir an çılgınca sevişmişti onunla. Taşların üstüne uzanmış, her yanı yara bere içinde, o adamın hep orada kalmasını, onun kolları arasında aşktan ölmeyi istemişti. Yüzünü görmemişti, sesini işitmemişti, ama binlerce erkek arasında, biçiminden, yapısından, sevişme tarzından onu tanıyacağından emindi. O zamandan beri, kendisini dinleyecek kimi bulursa, şöyle diyordu: ’Bir on beş ekim gecesi saat on birlerde, Escollera de los Agogados’ta oturan zavallı bir zenci sokak kızının ırzına geçen iriyarı bir adam hakkında bir şey biliyorsanız, söyleyin ona, gelip beni bulsun.”

İğrenç erkek fantezilerinin saygıdeğer eserler olarak görülmesi tadımı kaçırıyor.

*

Bukowski’nin Türkiye temsilcisi Hakan Günday diyebiliriz. Onun özellikle "Piç" kitabı bu gibi tiplemeleri içerir. "Kinyas ve Kayra"da da Bukowski leşliğinin etkisi hissedilir.

*

Sosyal medyada bir ara çok gördüğüm bir alıntı vardı:

“Sabahın altı buçuğunda bir çalar saatin sesine uyanıp yataktan fırla, giyin, zorla bir şeyler atıştır, sıç, işe, diş fırçala, saç tara, başka birine büyük paralar kazandırmak ve sana tanınan fırsat için müteşekkir olmak için berbat bir trafiğin içine dal. Nasıl razı olunur böyle bir yaşama?” sf.98

Bu kitaptanmış bu alıntı.

Evet, böyle bir yaşama razı olmak kolay değil, pek iyi de değil. Peki senin yaşamın daha mı iyi sayın Chinaski?  

*

Bu arada kitabın adı olan factotum, Latince kökenli bir kelime imiş. Bir işte yapılması gereken tüm niteliksiz işleri yapan kişi, kahya, ayakçı anlamı varmış.

3 Şubat 2025 Pazartesi

SAVUNMANIN TARİHİ VE İSTANBUL BAROSU


 

SAVUNMANIN TARİHİ VE İSTANBUL 

BAROSU

Av. Atilla Özen

2022

İnkılap Kitabevi

279 Sayfa

 

Ne çektin be İstanbul Barosu!

İstanbul Barosu dünyanın en kalabalık barolarından biri. Hatta birincisi diyorlar. Bu nedenle çok büyük bir güç. (Ama bu güç ne kadar efektif kullanılıyor, tartışılır. Avukat olarak bize sorsalar bir dokunup bin ah işitirler.) Siyaseten de iktidarların hedefinde baro. Çünkü iktidar karşıtı bir duruşu var ve hukuksuz uygulamalara karşı çıkıyor. Elinden geldiğince. Kitapta bu kısımlarda genel bir ülke tarihi de okumuş oluyor, hatırlıyoruz. Susurluk, Şemdinli, Ergenekon, Balyoz, Gezi, Soma, 2016 Darbe Teşebbüsü… gibi.

Kapsamlı bir tarih okuması olmuyor ama hiç yoktan iyidir. Ve gerçekten hiç yokmuş. Salt yıllık bütçeler ya da değişen baro başkanlarının uygulamalarının anlatıldığı teknik eserler var baronun çıkardığı. Bu minvalde başka bir tarih anlatısı olmaması yazık. Bu açıdan bu kitabı kıymetli buluyorum.

*

İstanbul Barosu’nun kuruluşundan başlıyor kitap.

Birkaç baro varmış önce.

İstanbul’da çalışan yabancı avukatlar 1870 yılında İstanbul Baro Cemiyeti’ni kurmuş.

1878’de Dersaadet Dava Vekilleri Cemiyeti Nizamnamesi ile baro kurulmuş.

Bugünkü İstanbul Barosu ise 14 Mayıs 1880’de kurulmuş.

105 avukat baro levhasına kayıt yaptırmış. Başkan Rus asıllı Av. Fransuva Rosolato olmuş.

En uzun süre başkanlık yapan 1886-1908 yılları arasında Av. Mehmet Reşit. Aynı zamanda ilk Türk ve Müslüman baro başkanı.

Baro ilk olarak Galata Yıldız Han’da bir odada bulunuyormuş. Genel kurulu Galata’da Artin Ağa Lokantasında yapılıyormuş. 1893’de adliyenin (Sultanahmet Adliyesi olsa gerek) üst katına taşınmış.

Bugün İstanbul Barosunun bulunduğu İstiklal Caddesindeki bina 1961’de 5.700.000 TL’ye satın alınmış. Buna “Birinci Baro Han” adı verilmiş. Daha sonra ikinci ve üçüncü hanlar da olur diye umularak. Adı böyle olmadı ama gerçekten binalar alındı. Av. Yücel Sayman başkanlığı döneminde Galata’da baro için bina, Av. Ümit Kocasakal döneminde Kanlıca’da sosyal tesis alındı.

*

Cumhuriyet rejiminin ilk milli Barosu olarak İstanbul Barosu genel kurulu, 28 Ağustos 1924’te 431 kayıtlı avukatla toplanmış.


(Ağustos aslında adli tatil ama adli tatil yok daha o dönem.) Av. Lütfi Fikri 142 oyla başkan seçilmiş.

1933’de Istanbul Adliyesinde yangın çıkmış. Baro da adliyede bulunduğu için baronun tüm kayıtları yanmış.

1938’de Avukatlık Kanunu, 1939’da Asgari Ücret Tarifesi hazırlanmış. (Günümüzdeki 1136 sayılı Avukatlık Kanunu 1969’da kabul edildi.)

*

İlginç bilgiler öğrendim kitaptan. Örneğin baro pulunun hikayesi. Avukatlar vekaletnamelere baro pulu yapıştırır. Bildiğiniz pulu bildiğimiz dille yalayıp yapıştırmak suretiyle kullanırız bu vekaletnameleri. Ama artık vekaletnameler sistem üzerinden gönderildiğinden yalayıp yapıştırmıyoruz, pul parasını sistemden yatırıyoruz, yatırıldığına dair makbuz yeterli oluyor. İşte bu baro pulu şöyle doğmuş: Bir kısım avukat Romanya’ya gitmiş ve orada bastırılan ve mahkemelerde kullanılan pullarla avukatların sosyal yardım meselelerinin hallolduğunu görmüş. Bu model daha sonra ülkemizde de uygulanmaya başlamış.

1963 yılında yapılan genel kurulda avukata ücretini ödemeyen müvekkillerin kara listeye yazılması ve İstanbul Barosu avukatlarının bu listedeki kişilere hizmet vermemesi gündeme gelmiş.

Aynı yıl aidatını ödemeyen 233 avukat baro levhasından silinmiş.

Özel hukuk fakülteleri kurulmasına karşı çıkılmış. Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri özel hukuk fakültelerine öğretim görevlisi vermeyeceklerini, baro da bu okullardan mezun olanlara avukatlık stajı yaptırmayacağını açıklamış.

Adliyede dosya satışı ve matbu formlar oluşturularak bunların satılmasına adliyeye ticaret bulaştırılıyor diye eleştiri getirilmiş, iptali için Danıştay’da dava açılmış.

1972’de avukatın görevini yaparken ve görevi dolayısıyla saldırıya uğraması halinde baroların suçtan zarar gören sıfatıyla ceza davasına müdahil olması tartışılmış.

Eskiden bir ilçede iki, üç, hatta dört adliye binası vardı.1970’lerde gecekondu mahkemeleri deniyormuş bunlara. (Daha sonra adliyeler birleştirildi. 2007’de Bakırköy, 2011’de İstanbul Çağlayan, 2013’de İstanbul Anadolu adliyesi açıldı.)

*

Yıllardır düzeltemediğimiz kronik sorunları da okumuş oldum. 1940’larda da avukatlar aynı dertlerden yakınıyormuş: Duruşma saatlerinin düzensizliği, adliye çalışanlarının vaktinde mesaiye başlamaması, adliyede vestiyer ve asansör meseleleri, zabıt kağıtları suretlerinin avukatlara verilmemesi, adliye çevresindeki arzuhalcilerle mücadele…

Yazarın da dediği gibi “Anlaşılan o ki yıllar geçse de avukatların yaşadığı sorunlar değişmeyecekti.” Sf.51

*

1959’da ülke genelinde 6.636 avukat varmış, 2.248’i İstanbul’da
1995’te ülke genelinde 35.486 avukat varmış, 11.822’si İstanbul’da

2024’te ülke genelinde 199.142 avukat var. 69.364’ü İstanbul’da. (65.772 İstanbul 1 no.lu Baro, 3.592 İstanbul 2 no.lu Baro) 

Her geçen gün bu sayı artıyor. 

2009'dan beri ben de bu sayıların içindeyim. Seviyorum mesleğimi ama içinde bulunduğumuz şartlarda avukatlık çok zor.