30 Eylül 2024 Pazartesi

SİVİL İTAATSİZLİK

 

SİVİL İTAATSİZLİK

(Civil Disobedience & Life Without Principle)

Henry David Thoreau

Çeviren: Egemen Özkan

İthaki Yayınları

5.Baskı - Nisan 2023

67 sayfa


Sivil itaatsizlik terimini siyasi literatüre sokan ilk kişi Henry David Thoreau imiş. Bu kitaptaki düşünceleriyle Mahatma Gandi’yi ve Martin Luther King’i de etkilemiş.

Thoreau, Meksika Savaşı yüzünden vergi vermeyi reddetmiş ve hapse atılmış. Bir gece hapiste kalıp vergisi başkası tarafından ödenince çıkmış. İçeride çok düşünmüş olacak ki bu kitabı yazmış.

“En iyi hükümet en az hükmedendir.” şiarını artırıyor yazar ve “En iyi hükümet hiç hükmetmeyendir.” diyor. “İnsanlar buna hazır olduğunda işte bu şekilde yönetileceklerdir.” Sf.7

Devletin ortaya çıkışı çaresizliktir, diyor. Doğrudur, insanlar bir başlarına dertlerine çözüm aramasınlar, tek kanaldan çözüm oluşsun diye devleti kuruyorlar, gelgelelim devlet de çözüm üretemiyor çoğu zaman.

Devletin gücü olarak askerler vardır, yazar bu askerler için “esasen insan değil, vücuda gelmiş birer makinedir” diyor. Sf.10

Hukukçular için de (yasa koyucular, bakanlar ve devlet memurları için de) devlete sadece kafalarıyla hizmet ederler, diyor ve ekliyor: “Pek bir ahlaki ayrım gözetmedikleri için de istemeden de olsa şeytana Tanrı’ymış gibi hizmet etmeleri mümkündür.” Sf.11

Ayıp oluyor yalnız şeytana hizmet etmek falan, neyse, düşünce özgürlüğünüzdür, bir şey demiyorum.

Amerikan hükümetine karşı çıkıyor yazar. Köle kullanıp Meksika’da savaşıyor diye. Amerikan hükümetine söylediklerini “Amerika sana söylüyorum, Türkiye sen anla” diye okuyabiliriz.

Oy kullanmayı anlamlı bulmayan yazar şöyle ifade ediyor bu durumu:

“Oy vermek denen şey dama veya tabla gibi bir tür oyundur. (…) Ben belki oyumu doğru olduğunu düşündüğüm şekilde veririm, fakat o doğrunun kazanıp kazanamayacağıyla o kadar da ilgilenmem. Bu işi çoğunluğa bırakmaya razıyımdır. Dolayısıyla buradaki yükümlülük hiçbir zaman o işi usulen yapmanın yükümlülüğünden fazla değildir. Doğru olana oy vermek bile o doğru için hiçbir şey yapmamaktır. Sadece insanlara yarım ağızla doğrunun kazanmasını arzu ettiğinizi söylemektir. Akıllı insan doğruyu tesadüflerin insafına bırakmadığı gibi, doğrunun çoğunluğun iradesiyle galip gelmesini de istemez.” Sf.14

Türkiye olarak her masada varız. Bakınız kitapta diyor ki:

“İnsan her bakımdan iyi bir vatandaş olursa Türkiye’de bile zengin olabilir.” Sf.24

Olmadığımız masa yok.

Devlete sayıyor sövüyor yazar:

“Devletin yarım akıllı olduğunu, mirasyedi bir kız kurusu gibi ürkek olduğunu, dostuyla düşmanını ayırt edemediğini gördüm ve son kalan saygımı da yitirip acıdım ona.” Sf.26

Bunu gördüğü an vergilerle alakalı. Savaşa giren bir hükümete vergi vermek istemiyor. Bu yüzden hapse giriyor. Bu durumu devletin fikre müdahale edemeyip bedeni cezalandırması olarak yorumluyor, yani devlet “üstün bir akla veya dürüstlüğe değil, üstün bir fiziksel güce sahip.” Diyor. Sf.26

Devlete biat etmeyi reddediyor, devletten uzak durmak istiyor. Ama mümkün mü? Değil.


İLKESİZ HAYAT

Kitapta bir de bu metin var. Bu kısımda para kazanmak ve insan hayatı arasındaki ilişkiye değiniyor.

Öncelikle kendisine ne düşündüğünün sorulmasından çok memnun olduğunu anlatarak başlıyor. Ders vermesi için çağrıldığında dinleyicilerin tasvip etmeyeceği şeyler söylemesi gerektiğini düşünürmüş.

Okurlarına soruyor, hayatınızı nasıl geçiriyorsunuz? Olası cevap elbette hep iş iş iş. Bir an boş durmak yok. Boş durulursa da bu durum saygı görmez. “Bir insan gününün yarısını ağaç sevgisiyle ormanda yürüyerek geçirse, işsiz güçsüz addedilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ama günün tamamını bir vurguncu olarak, o ağaçları kesip biçerek ve toprağı vakitsizce kelleştirerek geçirirse çalışkan ve girişimci biri olarak saygı görür.” Sf. 43

İşini severek yapmanın öneminden bahsediyor:

“Sadece para kazandığınız herhangi bir iş yapmış olmak aslında boş oturmuş olmaktır.” Sf. 45 diyor ve önemli olan iyi bir meslek edinmek değil, belli bir işi iyi icra etmek olmalı, diye ekliyor.

“İşinizi para için yapacak insanlarla değil, o işi sevdiği için yapanlarla çalışın.” Sf.46

İşini iyi yapmanın yanı sıra başkasının işine burnunu sokmamak da önemsediği bir husus:

“Bir dağa tünel açmaya yetecek parayı toplayabilirsiniz ama başkalarının işine karışmayıp kendi işine bakan bir adamı tutmaya yetecek parayı toplayamazsınız.” Sf.46

Sevmediğimiz işlerde çalışmamızın sebebini daha iyisini bilmiyor oluşumuza bağlıyor:

“Birçok insanın geçimini sağlama, yani yaşama şekli aslında sadece geçici çözümlerdir, hayatın gerçek vazifelerinden kaçmaktır; büyük ölçüde bu insanlar daha iyisini bilmediği ama biraz da daha iyisini istemediği için.” Sf.49

Altına hücum zamanından da bahsediyor. İnsanların ne rezillikler yaşadığını anlatıyor. Bunu anlatırken insanların altın bulmak için kazdıkları yerlerin adlarıyla bağlantı kuruyor: Ahmak Ovası, Koyun Kellesi Vadisi, Katilin Yeri. Buradaki insanların da ahmak olduğunu ima ediyor. Dönemin gazetelerinde altın bulmaya gelecek olanların yanlarında fazla eşya taşımaması, çadır bile almaması, sadece bir çift battaniye ve iyi birer kazma, kürek, balta olması tavsiye ediliyormuş. Ve şu ekleniyormuş: “Evinizde rahatınız yerindeyse orada kalın.” Sf.53

Bu arada gazete okumayın da diyor. Politika ve başkanların mesajlarının insan hayatı için anlamsızlığını anlatıyor. Bunu Epikür de söylüyor: “Kişi sınırlı enerjisi ve vaktini değiştirmesi mümkün olmayan şeylere adamamalı.”

Ben de hep söylerim: “Yapabileceğin bir şey varsa yap, yoksa kapa çeneni ve hayatına devam et.”

Ama ben ne Epikür ne Thoreau’yum. Hülya kim ki?


26 Eylül 2024 Perşembe

GAYYA KUYUSU

 

GAYYA KUYUSU

Emine Semiye

İthaki Yayınları

1.Baskı – Haziran 2022

115 sayfa

 

1910’lar İstanbul’unda kadın hikayesi.

Hayat koşulları zaten zor. Kadınlar için bir zorluk da erkekler. Hayatın kendi kaygı, endişe gibi soyut dertleri, geçim sıkıntısı, açlık, hastalık gibi somut dertleri yetmiyor gibi bir de erkekler var kadınların hayatını zora sokan.

Bu kitapta da “Goethe’nin İnfazı” kitabındaki gibi bir erkeğin tecavüzüne uğradıktan sonra suçlanan ve hayatı mahvolan bir kadın var. Bu yüzden de okuması çok zor bir kitap. Nasıl deli edici bir adaletsizlik! Nasıl katil edici bir haksızlık! Dehşetli öfkeleniyorum bu duruma.

*

Kitapta Yekta adında bir kızcağız var. Anası babası ölmüş. Anasının hizmetçilik ettiği evin hanımı Yekta’yı sahiplenmiş. Hanımın bir de Yekta yaşlarında kızı var, Eltaf. Bu ikisi kardeş gibi büyüyorlar. Birbirlerini pek seviyor ve iyi geçiniyorlar. Ama Yektacık’ın el kızı ve yetim oluşu sık sık yüzüne vuruluyor, dışlanıyor. En sonunda evin beyi kör olasıca Safai Bey’in tecavüzüne uğruyor. Safai bokunun elinden kendini kurtardığı gibi kuyuya atlıyor. Kurtarıyorlar. Evin hanımına her şeyi anlatıyor ama hanım, sen yüz vermeseydin kocam öyle yapmazdı diye son darbeyi vuruyor. Kızcağızı sokağa atıyorlar. Yekta kafayı yiyor. Kötü yola düşüyor. Eltaf’a Yekta öldü diyorlar. Ama bir zaman sonra Eltaf ve babası cehennemler ateşlerinde yanası Safai Bey, sokakta Yekta ile karşılaşıyorlar. Kızcağızın hali harap ama Eltaf tanıyor onu. Hemen müdahale ediyor. Yekta’nın hastanede iyileşmesi için herkesi seferber ediyor ama başarılı olamıyor. Yektacık ölüyor. Eltaf zaten hassas bir kızcağız. Bu acıya dayanamayıp o da kısa zaman sonra ölüyor.

Peki Safai Bey’e ne oluyor dersiniz? Hiçbir bok olmuyor. Kızı ölmüş, kızının mezarını ziyaret ediyor, mezar ziyaretinin hemen ardından gözü hala kadınlarda. Dev sinirlendirdi bu durum beni. Başına bir şey geldiğini okumalıydık. Evlat acısından daha ala dert mi var aslında ama ı-ıh , bu adamı etkilemedi.

*

Beri yanda da Rezin diye bir kızcağız var. Buncağız da anasız babasız. Teyzesi ve anneannesi sahip çıkıyor ama teyzesi korkunç biri. Rezin’i teyzesinin oğlu Tarhan ile evlendiriyorlar. Tarhan da korkunç biri. Neyse ki Tarhan evde durmuyor, yüzünü gören yok, hovardalık, serserilik, çeşitli suç makineliği bir hayatı var. Eve uğradığı yok. Aman uğramasın da zaten. Rezin’in korkunç teyzesi bu evlilikle artık aynı zamanda korkunç kaynanası oluyor. Yavrucak bu derdi yıllarca çekiyor. Sonra nihayet kurtarıyor kendini bu cendereden. Başkasıyla evleniyor, Tarhan hapse atılıyor, anneanne ölüyor.

Rahmetli Yekta ve Eltaf, Rezin ile az görüşmelerine rağmen Rezin’i sevmişlerdi. Eltaf ölmeden önce Rezin’e Yekta’nın günlüğünü veriyor ki yazsın, hikaye etsin bu hayatı.

*

Yazar Emine Semiye, Osmanlı’nın ilk kadın romancılarından Fatma Aliye’nin kardeşi. Fatma Aliye’nin de bir kitabını okumuştum. Bkz: Muhaderat

 Evet yazılsın, daha çok kadın, daha çok kadın hikayesi yazsın. 

17 Eylül 2024 Salı

DAYISIZLIĞA ÖVGÜ

 


DAYISIZLIĞA ÖVGÜ

Özgür Eren Koç

2022

A7 Kitap Yayıncılık

1.Baskı - Şubat 2022

128 sayfa



Tam bugünün hikayesi. Edebiyat yok, sanat yok, estetik yok, güzellik yok, dümdüz olay. Dümdüz.

Yazar dertli, belli. Canım ülkemizin içinde bulunduğu zorlu şartlardan her normal, aklı başında insanın canı yanıyor. Yazarın da canı yanıyor. Bunu dile getirmek istemiş. Bunun için bir polisiye eser kaleme almış.

Eserinde Mahsun Kırmızıgül’ün filmlerinde yaptığı gibi yapmış, değinilmedik konu kalmayıncaya kadar zorlamış. Değindiği konulardan liste yaptım, yazımın sonunda olacak.

*

Özetle konu şu: Malumunuz ülkemizde liyakat hak getire. Bir sürü insan hiç hak etmediği yerlere torpille geliyor. Diğer insanlar da yok sınav, yok mülakat diye beyhude yere hazırlanıyor. Biri çıkıp bu torpillilerden ulaşabildiğine ulaşıp öldürerek intikam alıyor. Polisler de bu katili arıyor.

*

Daha hikayenin başında dan diye karşılaşıveriyoruz ilk cinayetle.

Bir kızla sevişecek diye whatsapp erkek grubunda övülen Mustafa. Yazar bize bu arada Mustafa’nın ne kadar leş bir tip olduğunu şöyle resmediyor: 

Gelecek olan kız illa bira ister diye onun hakkında şöyle düşünüyor Mustafa:
“Bu kız bira ya da başka bir alkollü içecek tüketmeyi mutlaka isterdi. Ne de olsa koskoca hilafet yıkıldıktan sonra kurulan Batıcı cumhuriyetin Batılı gibi yetişmiş, özenti ve günahkar bir bireyiydi.” Sf.9

Mustafa’nın diğer leş düşünceleri:
“O zamanlar bu diyarlar Dar’ül Harp değil Dar’ül İslam olduğundan…” Sf.9
“Adına Türkiye Cumhuriyeti dedikleri İngiliz projesi… Sf.9

Nihayet beklediği kız geliyor Mustafa’nın. Ama o da ne? Gelen, kadın kılığında bir adam ve Mustafa’yı öldürüp evi ateşe veriyor.

Katilin adı Hakan. İlerleyen sayfalarda başka cinayetleri de oluyor ve anlıyoruz ki bir seri katil.

*

Öldürülen Mustafa, emniyet müdürünün yeğeniymiş. Müdür, bu cinayetin soruşturulması için bir başkomiser görevlendirmiş ama sonra bu komiser KHK ile ihraç edilmiş. Şimdi bu soruşturmada Başkomiser İlker ve Komiser Doğukan görevlendiriliyor. Yanlarında eski ekipten bir tek Mami dedikleri Muharrem var.

Araştırmalarıyla öğreniyorlar ki katil hep torpille bir yerlere gelmiş insanları öldürüyor.

Bir spor dalının federasyonuna ailece çöküp Bakanlıktan para alanlar, ajans sahibi sevgilisi sayesinde çok ünlenen bir youtuber, kişiye özel ilanlarla akademik kadroya alınanlar, omurgasız bir televizyoncu…

Bizim polisler de sahte bir Instagram hesabı açıp torpille TRT’ye atanmış birini kurguluyorlar.  Bu işle Doğukan ilgileniyor ve katil Doğukan’ı da öldürüyor. Bir komiserin öldürülmesi çok yankı buluyor tabii ve cenaze törenine devlet erkanı da katılacak.

*

Hikaye korona zamanında geçiyor. Sokağa çıkma yasakları varken katilin kısa sürede çeşitli şehirlere hatta ülkelere gidebilmesi üzerine düşünen Başkomiser İlker adamın pilot olduğu sonucuna varıyor. Pilot listelerinden sonuca ulaşmaya çalışıyor.

O sırada Hakan gerçekten de bir uçuşta görevli. Ankara-İstanbul uçağı. Ama pilot değil, hostes.

Ankara’dan kalkan uçakta komiser Doğukan’ın cenaze törenine katılacak devlet erkanı var.

Hakan uçak havalandıktan sonra kokpitte pilotları öldürüyor. Kuleye ve uçaktakilere kısa bir nutuk çekiyor yaptığınız torpiller, öldürttüğünüz masumlar yüzünden… diyerek. Ve uçağı denize çakıyor.

İlker Komiser de o sıralarda buluyor Hakan’ın izini kule konuşmalarından. Durdurabileceği bir durum olmadığından izlemeye gidiyor. Bakırköy’de uçağın denize çakılmasını izliyor.

Kitabın sonunda İlker Komiser, bize polislik yaptırmazlar artık, diyor.
-Ne yapalım hostes olalım mı?
-Nasıl olacağız başkomiserim, bizi yaparlar mı?
-Dayın var mı Mami? Dayın var mı?

*
Kitapta değinilmeyen konu kalmış mı, bakalım:

- KHK ile ihraç edilenler

- Kovid dönemi karantina yasakları, maske takma zorunluluğu

- Sokakta yaşayan, parası ve yeşil kartı olmayan evsiz bir Türk vatandaşının hastanede Suriyeli göçmen ismi uydurulup bedava muayene edilmesi.

- Bu kişinin genel sağlık sigortası borcuna mahkum oluşu

- Bir dönem iktidar partisinin seçimi kaybetmesi ve ülkenin kan gölüne dönmesi, bombalama olayları yaşanması, seçimler yenilenip iktidar partisi yeniden seçilince bombalamaların durması

- Uzun konvoylarla gidip gelen devlet başkanı

- Bakana Twitter’dan hakaret eden birinin özel harekatla evinin basılması

- Sulh Ceza Hakimliklerinin olur olmaz tutuklamaları (“Sulh ceza mahkemesine düşenin de Allah yardımcısı olsundu.” Sf.44) Yalnız Sulh Ceza mahkeme değil hakimliktir, neyse!

- Halı sahada oynayan savcının halı sahada oynama süresiyle ilgili sorun çıkınca halı sahadakilere işlem yapması

- Torpilli savcılar (“Hangi hukuk fakültesinden mezun olup hangi partinin gençlik kollarından alınıp savcı yapılmıştı belli değildi.” Sf.46 )

- Pandemi zamanı yasak olmasına rağmen yapılan toplu etkinlikler (“1.509 davetlili milletvekili düğünlerini, camii açılışlarını ya da parti kongrelerini örnek olarak bile vermek istemedi.” Sf.47)

-Kadın cinayetlerinin sıradanlığı (“Hani katledilen bir kadın olsa tantanası en fazla iki gün sürerdi.” Sf.48)


-Öğrenci direnişleri ve polislerin öğrencileri dövmesi (“Neymiş okullarına rektör atamış cumhurbaşkanı” Sf.52)

- Hizbullah (“Zamanında Hizbullah’a ait bir villaya yapılan baskından sonra en medyatik baskın bu olacaktı.” Sf.56)

-Çok takipçili çok para kazanan youtuber’lık. (Kitaptaki youtuber'ın adı Fatma Bilik. Danla Biliç'i andırıyor bu isim soyisim) 

-Youtuber’ların kışkırtma videoları, tık almak için yaptıkları (“Tık almak için öz amcasını dövenler de vardı, kız arkadaşına küfreden de, balkondan insanların üstüne tüküren de, ters istikamete araç sokup trafiği kilitleyen de. İşte tüm bunların adına kışkırtma videosu diyorlardı.” Sf.61) Öz amcasını dövdü diye Enes Batur'un videosu vardı. Sanırım ona gönderme. 

-Tartışma programlarına alakasız insanların katılması (Kitapta bir cinayet tartışmasına jeodezi ve fotogrametri profesörü katılmıştı.)

- Önemli olaylarda gündem değiştirilmesi (“Neyse en azından şu rektör mektör gündemi değiştirdi.” Sf.60)


- Dayak yiyen tartışma programı moderatörü ("Kısa bir süre de olsa rüzgarın değiştiğini düşünüp ucundan kıyısından muhalefet yapmayı deneyince kimliği belirsiz kişilerin saldırısına uğramıştı." Sf.75 Kitapta adı Altan Alakan diye geçen bu kişi Ahmet Hakan'ı akla getiriyor.)

-Devlet kadrosunun Alman arabalara hayranlığı (“Devlet başkanından ırkçı partilerin liderlerine kadar yayılmış bir epidemiydi bu. Diyanet işleri başkanı başimam efendinin fetvası bu lüks araba sevdasına çoktan cevaz vermişti. Yüreklerinde son bir vicdan zerresi, Allah’a karşı duyulan son bir korku kırıntısı kalmasa böyle gezmeye sünnet bile derlerdi ama zaten soran eden de yoktu.” Sf.87)

-Boğaz köprüsünde intihara kalkışanları vazgeçiren bakanlar ("İstisnasız her seçim döneminde eski ismiyle Boğaziçi Köprüsü’nden geçerken intihar girişimine denk gelen siyasetçilerden neyi eksikti?” Sf.88)

-Her yere açılan gereksiz üniversiteler (“Anadolu’daki bir tabela üniversitesi…” Sf.96)

*

Bahsetmediği konu kalmış mı?

Hakan Günday'ı andırıyor bana bu tarz. Ondan da bahsetmeliyim, bundan da bahsetmeliyim, şu da şu da şu da, her şeyden konuşmalıyım, her şeyden.

16 Eylül 2024 Pazartesi

BİR KADININ KAVGALARI VE DÖNÜŞÜMLERİ

 

BİR KADINI. KAVGALARI VE DÖNÜŞÜMLERİ

(Combats et metamorphoses d’une femme)

Edouard Louis

2021

Fransızca aslından çeviren: Ayberk Erkay

Can Yayınları

2.Basım – Ağustos 2024

78 sayfa


Kadın anam, çilekeş anam hikayesi.

Kendisinin şahsi bir hayatı olmamış, ömrü kocası ve çocuklarından ibaret bir anne hikayesi. Neyse ki buradaki anne sonunda kendi hayatını yaşamayı başarabiliyor.

*

Aşçı olmak isteyen bir genç kız. On yedi yaşında hamile kalmış, eğitimini bırakmış. Evlenmiş. Bir oğlu olmuş. İki yıl sonra yine hamile. Bir kızı olmuş. Bu arada kocasından nefret ediyormuş. Alkolikmiş adam. Ayrıca kadını aldatıyormuş. Kadın iki çocuğu yüzünden adamı terk etmemiş, babasız büyümesinler diye. Halbuki boşanınca anne baba yine anne baba olarak kalmaya devam ediyor çocuklarının hayatında. Ama insanlar bunu algılayamıyor sanırım. Boşanınca annelik babalık düşmüyor. Bunu özellikle babalara anlatamıyoruz. Karısından boşanan erkekler babalıklarının da sona erdiğini zannediyor.

Kadın boşansa bile nereye gidecek? Gidecek yeri yok, geçinecek işi yok. Ama her şeyi göze almış ve yirmi üç yaşında çocuklarını alarak kız kardeşinin evine taşınmış.

Kadının mutsuz görüntüsü o kadar yerleşmiş ki yüzüne çocuğu şunu diyebiliyor:

“Onu evde mutsuz görmeye o kadar alışmıştım ki yüzündeki mutluluk bana derhal ifşa edilmesi gereken bir sahtekarlık, bir ayıp, bir yalan gibi görünüyordu.” Sf.21

*

Yeni bir sayfa olur diye başka biriyle evleniyor kadın. Kurtuluşu başka bir adamda arıyor. Ondan da bir çocuğu oluyor. Bu çocuk bize bu hikayeyi anlatan yazarın ta kendisi.

Başta iyi giderken bu evlilik de zamanla boka sarıyor. Yine adamın alkolikliği ve kadının isteklerine (ehliyet sınavına girmek, tatile gitmek-ki kadın bunu çekilişle bedavaya getirmişti) karşı çıkmak, kadını aşağılamak… vb

*

Anlatıcı, annesinin hayatını dünyanın başka bir ucundaki başka annelerinki gibi olduğunu anlıyor. Sofrayı kur, sofrayı kaldır; perdeleri aç, perdeleri kapat; aç, katla; doldur, boşalt…

*

Baba bir gün iş kazası geçiriyor ve yatalak kalıyor. Kadın çalışmak zorunda kalıyor, yaşlı bakımına gidiyor. Adam yattığı yerden kadını koca göt, şişko, dana diye aşağılamaya devam ediyor.

Kadın spiral taktırdığı halde hamile kalıyor. Hem de ikiz. Bakamayacağını düşündüğünden kürtaj istiyor ama adam şiddetle karşı çıkıyor. İkizler dünyaya geliyor.

Kitabın anlatıcısı oğul liseye gidiyor ve kardeşleri arasında tek okuyan o. Lisede bambaşka bir dünyayla karşılaşıyor ve kendi ailesine yabancılaşıyor. Aslında bu uzaklaşma onları yakınlaştırıyor. Annesi daha çok anlatıyor ona yaşamını, o da annesine daha yardımcı ve destekleyici oluyor.

Sonunda kadın kocasını terk ediyor. Sosyal hizmetlerin verdiği bir eve yerleşiyor çocuklarla.

Bir zaman sonra bir adamla tanışıyor. Adam onu Paris’te yaşamaya davet ediyor. Anlatıcı oğlan da Paris’te okuyor zaten. Annesiyle burada buluştuğunda onu çok değişmiş görüyor. Güzel ve mutlu görünüyor artık. Kitabı annesinin bu mutlu dönüşümü ile sonlandırıyor.

*

Annesinin bu hikayesini bize oğlu anlatıyor. Bu oğul (yazar), annesinin ve genel olarak annelerin zorlu durumlarını çok net görmüş, onlarla empati yapmayı başarmış. Genelde erkekler başaramaz bunu. Nitekim anlatıcı da gay olduğunu söylüyor. Şimdi anlaşıldı. Erkek nerede böyle görebilsin? Buna dair sorgulamalar da yapıyor yazar. “Bir erkek nedir?” diye soruyor. “İktidar, kuvvet, öbür oğlanlarla dostluk mu? Bende yoktu bunlar.” Sf.29

*

Kitap kısacık ama çok yüreğe dokunuyor. Acı dolu anıları uzun uzun dramatize etmiyor, bam güm bir şekilde duygudan yoksun da anlatmıyor. Çok kıvamlı bir noktadan yakalamış. Ayrıntılara girmemiş, çünkü zaten ne gerek var? Alkolik babaların zavallı anneleri dövmesinin ayrıntılarını okumaya ihtiyacımız mı var gerçekten? O cendereyi biliyoruz ve/veya tahmin edebiliyoruz, anlıyoruz. Bize kurtuluş/ çıkış/ hayata dönüş/ hayata tutunuş hikayesi lazım. 

 


KAYBOLAN BAĞLAR

 

KAYBOLAN BAĞLAR

Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler

(Lost Connections

Uncovering the Real Causes of Depression and the Unexpected Solutions)

Johann Hari

2018

Çeviren: Barış Engin Aksoy

Metis Yayınları

7.Basım – Mayıs 2024

361 sayfa

 

Daha önceki kitabı “Çalınan Dikkat” gibi yine bir çırpıda okunacak çok etkili bir kitap yazmış yazar.

Kendisi de yıllarca antidepresan ilaçlar kullandıktan sonra bu ilaçların işe yararlılığını düşünmeye başlamış. Bu düşüncenin izinde çeşitli uzmanlarla ya da uzman değil ama aynı dertten muzdariplerle konuşmuş ve ortaya bu kitap çıkmış.

*

Yazar ergenliğinden beri yaklaşık on üç yıl antidepresan kullanmış. Sonra bu ilaçların işe yaramadığına ilişkin şüpheler yaşamış. Nitekim ilaç firmaları tarafından finanse edilen ve yayımlanan yazıların kar amacı güttüğü için yanlı ve yanlış olduğu sonucuna varmış.

*

Depresyonun seratonin hormonu azlığından olduğu bilinir. Ama bunu artıran ilaçların kişinin depresyonunu azaltmadığı ortaya çıkmış. Hatta diğer hormonları artıran/azaltan ilaçlar da depresyonu etkilememiş. Sonuçta depresyonun kimyasal bir dengesizlik olmayabileceği sonucu doğmuş. Çünkü aslında depresyon ya da kaygı yaşayan insanların beyinlerinde kimyasal bir dengesizlik olduğuna dair bir kanıt yokmuş. Ruhsal sıkıntıların kimyasal bir dengesizlikten kaynaklandığı fikri ilaç şirketleri tarafından pazarlanan bir efsane olabilir.

Depresyon sadece ve illa ki beyindeki bir kimyasal dengesizlik değil diyor kitap özetle. Örneğin yas halinde de insanlar depresyonla aynı bulguları gösteriyorlar ama bir sebebi var. Yakınının ölümü. Ya da başka bir sebep. Psikiyatristlerin bu yas sürecine bir sınır koyup (örneğin iki hafta) bundan sonrası için akıl hastalığı teşhisi koymaları kişinin kendisinden kopmasına sebep oluyor. Hemen ilaç vermek yerine insanların yaşadığı hayatı hesaba katmak gerek. Böyle düşünen psikiyatristler de var.

“Bu psikiyatristler çektiğimiz acının ilaçlarla ortadan kaldırılması gereken akıldışı bir spazm olduğunu söylemek yerine, onu dinleyip bize ne söylemeye çalıştığını anlamamız gerektiğini görüyor.” Sf.59

Bu noktada yazar çok güzel bir soru soruyor:

“Ya depresyon aslında yaş tutmanın bir biçimiyse - olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız için tutulan bir yas ise?” Sf.61

*

Depresyon tanısı almış ve almamış kişilerle deney yapıyorlar. Depresyon tanısı almış kişilerin hayatlarında bir önceki yıl önemli bir olumsuz olay yaşanmış. Yakının ölümü, hapis, hastalık vb. Olumsuz olayın yanında eğer iyi arkadaş, destekleyici partner varsa depresyona girme ihtimali azmış. Ama bunun gibi destekleyici unsurlar yoksa ve hayatınızda stres doğuran uzun vadeli faktörler varsa -kötü evlilik, kötü aile vb- depresyona girme ihtimaliniz yüksek. Buradan da anlaşılıyor ki depresyon aslında beyinle değil hayatınızla ilgili bir sorun. Yani:

“Klinik depresyon, yaşanan zorluklar karşısında anlaşılır bir yanıt.” Sf.69

*

Depresyonun nedeni olarak şu maddeleri saymış yazar ama bunların sınırlı olmadığını ekliyor:


1.Anlamlı çalışmadan kopuk olmak

İngiliz kamu görevlileri arasında yapılan araştırmaya göre kamu hizmetlerindeki konum yükseldikçe depresyona girme riski azalıyormuş. Tam aksi olur sanırken. Çünkü yüksek kademedekiler daha fazla kontrol sahibi. Bu da depresyona girme riskini azaltıyor. Kamu hizmetlerinde üst kademelere çıktıkça arkadaş sayınız ve sosyal faaliyetleriniz artıyor. Aşağılara indikçe azalıyor, işten eve gelince tek isteğiniz televizyon karşısına çökmek oluyor. “Çalıştığınız iş sizi zenginleştirdiğinde hayat daha dolu oluyor ve bu da iş dışı faaliyetlerinize yansıyor. Ama çalıştığınız iş sizi köreltiyorsa gün sonu geldiğinde canınız çıkmış oluyor.” Sf.88 Yani işte stres yaratan fazla sorumluluk sahibi olmak değil, aksine tekdüze, sıkıcı, ruh köreltici bir iş olması. Buna ek olarak takdir edilmemek.

2.Diğer insanlardan kopuk olmak

Ciddi, derin bir yalnızlık bir fiziksel saldırı gibi yani birinden yumruk yemek kadar stres yaratıyormuş. Buradaki yalnızlık diğer insanların fiziksel yokluğundan ziyade kimseyle önemli bir şey paylaşmama hissi. Yalnızlığın son bulması için en azından bir insanla karşılıklı yardım ve koruma hissi bulunmalı. Bu durum avcı toplayıcı ilk insanların yaşamak için birlikte hareket etmeleri gerekliliğinden gelen bir his. Bundan kopmak depresyona sürüklüyor. Bu yalnızlık internette oyun bağımlılığı ile de ilintili. Orada bir grup içinde olmak, bir hedef doğrultusunda hareket etmek rahatlama sağlıyor ama etkili ve gerçek bir iyileşme sağlamıyor.

3. Anlamlı değerlerden kopuk olmak

Materyalist ve dışsal hedeflerin güdümündeki insanların depresyona daha meyilli olduğu belirlenmiş. Yani bir şeyleri satın almak, bir şeylere sahip olmak (terfi, lüks araba, yeni iphone, pahalı kolye) mutluluğu artırmıyor. Karşılığında bir şey istediği için değil iyi bir şey olduğunu hissettiği için daha iyi bir arkadaş, daha iyi bir baba olmak, keyif için dans etmek… bunlar mutluluğu artırıyormuş.

4. Çocukluk travmasından kopuk olmak

Obezite ile mücadele eden bir doktor gerçekten obez hastaları kısa zamanda sağlıklı kiloya kavuşturan bir diyet uygulatıyor. Ama görüyor ki bu insanlar kilo verince mutlu olmuyor ve yeniden obez oluyorlar. Onları yargılamak yerine soruyor, kilo verdiğinizde sizi mutsuz eden neydi? İlk ne zaman kilo almaya başladınız?… Hepsinin çocukluğundan bir travma çıkıyor. Genellikle taciz, tecavüz. Kadınlar bundan korunmak için kilo alıyor, böylece erkeklerin kendilerini görmeyeceğini düşünüyor. Bir grup erkek de kilo verince kendilerini güçsüz hissediyor, kilolu cüsseli görünmek daha saygıdeğer diye düşünüyorlar.  Ve buradan araştırıyorlar ki çocukluğunda travma yaşayanların yetişkinliğinde depresyona girme ihtimali daha yüksek. Yani “depresyon bir hastalık değil, anormal hayat deneyimlerine verilen normal bir yanıt.” Sf.139

5. Statü ve saygıdan kopuk olmak

Babunlar üzerinde yapılan bir araştırma hiyerarşide düşük olan babunun stres seviyesinin çok yüksek olduğunu ortaya koymuş. Bir de hiyerarşide yukarıda ama statüsünü tehdit eden durumlarla karşılaşan babunlarda stres seviyesi yüksekmiş. Aynısının insanlar için de geçerli olduğu gözlemlenmiş. Eşitsizlik depresyona sebep oluyor. Çünkü insanda önemli olmadığı hissi doğuruyor. Bu noktada insanların seçim şansı var. Hiyerarşiyi yıkabilir, eşit bir ortam yaratabiliriz. Ama görünen o ki hiyerarşiler oluşturmayı tercih ediyoruz.

6. Doğal dünyadan kopuk olmak

Hayvanat bahçesindeki hayvanların zamanla kendilerine zarar verdikleri gözlemleniyor. Bu durum insanların hayatlarıyla da ilintili. İçinde yaşamak üzere evrildiğimiz ortamdan mahrum kalınca depresyona giriyoruz. Yeşilin, doğanın içinde olunca kendimizi daha iyi hissediyoruz. Yeşilin içinde yaşarsak da depresyon ihtimali azalıyor. Bunun sebebini şöyle açıklıyor bu konuda bir uzman:

“Hepimiz hayvanız. Bunu unutup duruyoruz. Ve hayvan olduğumuza göre bu beden hareket için var.” Sf158 

“Konuşup kavramlar aktaran hayvanlar olmadan önce çok daha uzun bir süre hareket eden hayvanlar olduk biz.(…) Önce fizyolojimiz düzeltelim. Dışarı çıkalım. Hareket edelim.” Sf.159 

Doğada bulunmanın iyi gelmesinin bir sebebi de egolarımızdan arındırması. Depresyondaysan kendi düşüncelerine tutsak oluyorsun, her şey seninle ilgili oluyor. Ama doğadayken senden daha büyük bir şeyin içindesin, dünyanın kocaman olduğu ve dertlerinin küçücük kaldığını hissediyorsun.

7. Umutlu ya da güvenli bir gelecekten kopuk olmak

Abd ve Kanada’daki yerliler hükümetler tarafından küçük bölgelere sıkıştırılınca bu yerli uluslar arasında intihar vakaları artmış. Hayatları hakkında geleceğe dair düşüncesi kalmayan yerliler intihara sürükleniyor, ama direnerek bir şekilde hükümetlerden çeşitli kazanımlar sağlayanlar depresyona daha az meylediyor. Yani kendi kaderi üzerinde söz hakkı olması insanları hayatta tutuyor. 

“Evet, canım yanıyor, ama sonsuza dek böyle olmayacak. Ama gelecek elinizden alındığında, o sancı hiç geçmeyecek gibi gelir.” Sf.170 

İş dünyasında pek çok böyle insan var. İş güvencesi ve dolayısıyla geleceğe dair güveni olmayan milyonlarca insan. Türkiye’de yaşayan insanlara zaten bunu anlatmaya gerek yok.

8. 9. Genlerin ve beyindeki değişimlerin gerçek payı

Beyin deneyime dayalı olarak kendini yapılandırıyor. Kullanmadığımız sinapsları buduyor, kullandığımız sinapsları geliştiriyor. Dış sebeplerle beynin içindeki değişimler birlikte gidiyor. Örneğin yukarıdaki nedenlerden bazılarını yaşadınız. Evliliğin yeni bitti, işini kaybettin, annen hasta oldu.

 “Uzun süre yoğun bir acı hissettiğin için beynin bundan sonra bu hal içinde hayatta kalmaya çalışacağını varsayacaktır. O yüzden de sana neşe ve haz getirecek şeylerle ilişkili sinapsları güçlendirmeye başlayabilir.” Sf.180

“Kendinize kafamın içinde ne var diye değil, kafam neyin içinde diye sorun.” Sf.181

Depresyonda genetik etkenler çok önemli bulunmuyor. Genetiğin bu konuda çok büyük bir etkisi olmadığı sonucuna varılmış.

“Depresyon ve kaygıya katkıda bulunan genetik etkenler pekala gerçek, ama bunların çevrede ya da psikolojide bir tetik bulması gerekiyor.” Sf.184

*

Depresyonun beyinde bir arıza olduğuna inanış yaygın. Bunun da sebeplerini anlatıyor yazar.

1950’lerde ABD’de ev kadınları ev, araba, eş, çocuklar vb sahip olduğu halde mutsuz olmalarına bir neden bulamayıp doktorlardan ilaç istiyorlardı. Ama mutlu olmalarını sağlayacak diye söylenen şeyler  kültürün ölçütleriydi. 

“Kültürün ölçütlerine göre mutsuz olman için hiçbir neden yok. Ama biz bugün kültürün ölçütlerinin yanlış olduğunu biliyoruz. Kadınların ev, araba, eş ve çocuklardan daha fazlasına ihtiyacı var. Eşitliğe, anlamlı bir işe ve özerkliğe.” Sf.186

Kültür o zamanlar yanlış ölçütler sunmuşsa bugün de yanlış olabilir. O yüzden her şeyi var ama mutsuz dediğimiz insanlar aslında neye ihtiyaç duyduğu yanlış değerlendirilen insanlar.

Bir de depresyonu küçük gören, zayıflık ya da şımarıklık olarak değerlendirip hafife alanlara karşı bir bir yoldu bu depresyonun bir hastalık olarak lanse edilmesi. 

“Depresyonun utanç verici bir damga olmaktan çıkmasının tek yolunun insanlara bunun salt fiziksel nedenleri olan biyolojik bir hastalık olduğunu açıklamaktan geçtiğine inanmaya başladık.” Sf.188 

Ona hastalık denirse insanların daha anlayışla yaklaşacağı sanılmış ama aids ya da cüzzam da bir hastalık ve insanlar onlarca yıl bu hastalıklara yakalananlara iyi bakmadı. Yapılan bir deneyde de depresyonun hastalık olduğunu düşünenler, depresyonun çocukluk döneminden kaynaklı olduğunu düşünenlere göre depresyondaki insanlara daha saldırgan davranmış.

Depresyonla ilgili üçüncü bir değerlendirme de şu: Yaşam tarzımıza verilen bir tepki. 

“Depresyon yaşam tarzımıza karşı bir tepki olduğunda çok daha zengin bir şey elde etmen mümkün: empati - çünkü bu hepimizin başına gelebilir.” Sf.190

Hasılı depresyonun kimyasal bir sorun olarak görülmesi ilaç şirketlerinin işine geliyor. Yukarıda sayılan sebeplerin konuşulmaması da siyasetin işine geliyor. Zira o nedenlerin ortadan kaldırılması siyasi ve sosyal açıdan çok zor.

*

Kamboçya’ya antidepresanlar ilk defa satışa çıktığında halk anlamamış, kelime karşılığı zaten yokmuş. Depresyonu “üstünüzden atamadığınız derin bir üzüntü” diye tanımlayan uzmanlara köylüler, mayın tarlasında bir bacağını kaybeden çiftçiyi göstermişler. Bu çiftçiye protez bacak takılmış ama yine de mutsuzmuş, çiftlik işlerini yaparken canı yanıyormuş. Diğer köylüler ve doktorlar onun çiftçilik değil de hayvancılık yapabileceğini düşünmüşler. Elbirliğiyle ona bir inek almışlar. Adam inekle ilgilenirken  canı yanmıyormuş ve depresyonu da geçmiş. Burada bunun bir hastalık olmadığı, toplumsal bir çözümle geçtiği görülüyor. O zaman yaşam tarzımızı değiştirmek bir çeşit antidepresan olamaz mı?

Yazar depresyonun üzerine çökeceğini hissettiğinde kendisi için değil başkaları için bir şeyler yapmaya başlamış ve bunun kendisine iyi geldiğini görmüş. Böyle zamanlarda bir arkadaşını görmeye gidiyor, onun kendisini iyi hissetmesi için neler yapabileceğine odaklanıyor, içinde bulunduğu gruplar için bir şeyler yapmaya, insanlara yardım etmeye çalışıyormuş. Böylece dibe çöküş hissini önlediğini fark etmiş.

Bir arkadaşı varmış yazarın, kıskançlıktan muzdaripmiş. Kendi hayatı kötü durumdaymış ve iyi durumdaki insanları görünce onların kötü yanlarını düşünüp kendini iyi hissetmeye çalışıyormuş.  Ancak bu da kendisini yetersiz hissedip depresyona girme eğilimi yaratıyormuş. Bununla mücadele etmek için şöyle bir yöntem geliştirmiş. Sevdiği bir insanın mutlu olduğu bir olay düşünmüş. O insan için mutlu olduğunu hissetmiş. Sonra tanımadığı bir insan, örneğin kasiyer kız için mutlu bir olay hayal etmiş ve onun adına mutlu olmuş. Derken sevmediği insanları düşünmüş. Onların da mutlu olduğunu hayal edip mutlu olmaya çalışmış. Başkalarının mutluluğunun kendi mutluluğunu azaltmadığını fark etmiş. Bunun kıskanmaktan daha iyi sonuçlarını gözlemlemiş hayatında.

*

Dolu dolu bir kitap. Her okuyana dokunacak bir yanı olduğunu düşünüyorum. 

ÇIKRIKLAR DURUNCA

 

ÇIKRIKLAR DURUNCA

Sadri Ertem

1931

İthaki Yayınları

2.Baskı – Mart 2022

229 sayfa


Zalim ağanın zorbalığı altında inim inim inleyen köy halkı hikayesi. Köylünün öğrenilmiş çaresizliği ve bir gün bir İnce Memed’in çıkıp yeter demesi.

Bu romandaki İnce Memed’ler Dudu, Esma ve Hasan.

*

Hasan’ın sevdiği bir kız var. Hatice. Hasan ve Hatice çeşme başında sarılırlarken bir köylü onları görüp zina var, orospu var diye bağırıyor. Kafile linç için toplanıyor. Hasan ile Hatice kaçıyor.

Aç biilaç dağlarda, ormanlarda dolaşıyorlar.  İnsanlardan yardım istiyorlar ama yardım eden olmuyor.

Bir eğlenceye denk geliyorlar. Eğlencedeki adamlar Hasan ile Hatice’yi çingene sanıp oynamaya zorluyorlar. Güç bela kaçıyorlar ellerinden. Adamlardan biri zamanında Hatice’nin yüzünü yaralayan adam. Sıddıkzade. Köyün zengin ağası. Sıddıkzade tekme tokat Hatice’yi öldürüyor.

Köylüler, Allah böyle istedi diyorlar Hasan’a Hasan da Allah’ın niye böyle yaptığını sorguluyor. Böyle bir Allah’ı kabul edemiyor.

*

Amerikalı bir iş adamı kendisini din adamı diye tanıtarak ülkedeki çeşitli güç sahipleriyle iyi ilişkiler kuruyor. Sıddıkzade de bunlardan biri. Amerikalı, Sıddıkzade’den köydeki keçilerin yünlerini alıyor ve tiftik-kaşmir yün zengini oluyor. Yani köylüler Sıddıkzade’ye satıyor, Sıddıkzade de Amerikalı’ya. Köylüler memnun, alacakları paralarla ne yapacaklarına dair hayaller kuruyorlar. Ama bir zaman sonra  Amerikalı yün almayı bırakıyor. Dolayısıyla Sıddıkzade de. Köylüler perişan oluyor.

Hasan, Esma ve Dudu İstanbul’a gidip mallarını orada satmaya karar veriyorlar. Ama orada da alıcı bulamıyorlar. Fabrikalarda her şey daha ucuza üretiliyor çünkü.

Hasan isyana davet ediyor etrafındakileri ama cesaret edebilen yok.

Sonra Dudu ve Esma öncülük edip insanları örgütlüyor. Hz. Ali’nin kendilerinin destekçisi olduğunu yayıp kısa süreli bir zafer elde ediyorlar. Ama bu arada Esma ve Dudu arasında bir iktidar mücadelesi baş gösteriyor. Demeye kalmadan hepsi öldürülüyor.

*

Yetmiyor köylerimize İnce Memed’ler.

Bitmiyor çünkü zalim ağalar.


HAKK'A SIĞINDIK

 

HAKK’A SIĞINDIK

Hüseyin Rahmi Gürpınar

1919

Özgür Yayınları

1.Basım – Ocak 2016

150 sayfa

 

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı çok eğlenceli buluyorum. Yaşadığı dönemin çarpıklıklarını esprili bir üslupla kaleme alışı çok keyifli. Bir çeşit Levent Kırca gibi. Güldürürken düşündüren cinsinden.

Bu romanında gelir adaletsizliğine değiniyor. Bir yanda haksız kazançlarla zengin olmuş insanlar var beri yanda yiyecek yemek bulamayan fakirler. Ve bir gün bir Robin Hood çıkıp bu haksız zenginlerin parasını alıp fakirlere vermeye karar veriyor. Bunu öğrenen bir kanun insanı olan polis bu durum karşısında vicdanı ve görevi arasında kalıyor.

*

Romandaki hilebaz zenginler Hacı Salih Efendi ile Hafız İshak Efendi. Hem o güne hem bugüne uygun olacak şekilde dini unvanlarıyla saygınlık ve güven kazanmaya çalışırlar. Dönemin icabı iktidar yanlılarını zengin etmektir. Yine aynı bugünkü gibi. Yazar:

“Hiçbir yönetim kullarını, gözdelerini lütuflara boğmakta bu denli aşırılığa varmamıştır.”

diyor ama emin miyiz? Bugün de iktidar gözdeleri farklı durumda değil.

 “İşte bu yüzdendir ki, kendilerine bağlananlar, onların uğruna kul, kurban olurlar.” Sf.28

*

İstanbul’u İspanyol nezlesi sarmış. Zaten fakir olan halk bu defa hem fakir hem hasta olmuş. Cahillikleri nedeniyle bu bulaşıcı hastalığa karşı tedbirlere de riayet etmeyerek hastalığı iyice yaymışlar.

Mahalle halkı yiyecek bir lokma bulmakta güçlük çekerken mahallenin zenginleri Hacı Salih Efendi ile Hafız İshak Efendi’lerin hayatında bir değişiklik olmamış. Dolayısıyla bu iki aileye karşı komşular bir yandan kıskançlık bir yandan kin duymaya başlamışlar.

*

Bir gün Hafız İshak Efendi’ye bir mektup geliyor. Abdal Veli Hazretleri namlı kutsal bir şahsiyet olduğunu iddia eden bir kişi, şu kadar para getir yoksa gelinin, oğlun, torunun ölür, diye yazmış. Hafız İshak Efendi bu mektubu komşusu ve dostu Hacı Salih Efendi’ye gösteriyor. Düşünüp taşınıyorlar ve mektuba itibar etmemeye karar veriyorlar. Ama kısa bir süre sonra mektupta yazdığı gibi Hafız’ın gelini, oğlu, torunu gerçekten ölüyor.

Bu defa benzer bir mektup Hacı Salih Efendi’ye gidiyor. Parayı getir yoksa iki kızın da ölür diye. Bu defa inanıyorlar.

Parayı Abdal Veli’ye götürecek düzgün bir insan arıyorlar. Bu arayışta fala başvuruyorlar. Fuzuli Divanı’ndan rastgele bir sayfa açıp oradan tanıdık isim bakıyorlar. Buldukları isim Hurşit. Tanıdıkları Hacı Hurşit var, ondan rica ediyorlar.

Hurşit, arabacı Osman ve uşak Fettah birlikte yola çıkıyor. Paranın teslim edileceği mağaraya varıyorlar. Hurşit parayı teslim ediyor. Ama bu arada hırsızlar tarafından soyuluyorlar ve araba da çalınıyor.

Don paça eve dönüyor üçü. Olanları anlatıyorlar. Hacı Hurşit gerçekten mektupta tarif edilen yere parayı götürmüş. Ama ortam karanlıkmış ve kimseyi görememiş.

Hacı Salih’ın damadı bu hırsızlık olayını polise şikayet ediyor. Araba ve hırsızlar bulunuyor.

Herkes sorguya çekiliyor. Gerçekten Abdal Veli diye biri varmış, buluyorlar adamı. Ama adam yaşlı, pis, akıl noksanı, sefil bir adamcağız. Böyle bir işi onun yapamayacağı anlaşılıyor. Olsa olsa onun adını kullanarak biri yapmıştır.

Akıllı bir polis bu işin peşine düşüyor.  Ama o da işin içinden çıkamıyor.

Nihayet karakola bir adam gelip itiraf ediyor. Kendisini yazar Nüzhet Ulvi diye tanıtan bir beyefendi  tüm bunları yapmış. Ama niçin? Anlatıyor:

Yazar Nüzhet Ulvi Bey yazarlıkla kendisini ve eşi ile iki çocuklarını zar zor geçindirirmiş. Bir gün yolda eski bir komşusunun kızını dilencilik yaparken görmüş. Kızın ablası da fahişelik etmekteymiş. Küçük erkek kardeşleri de ölmüş. Öğrenir ki bir zamanlar durumu iyi olan bu ailenin ebeveynleri ölmüş. Baba hastalıktan ölmüş. Sonra evleri yangında yanmış. Ardından da anneleri ölmüş. Çocuklar sokakta kalmış.

Nüzhet Bey bu iki kızı da yanına almış. Ama geçin sıkıntısı var.

İshak Beylerin evinin hizmetçisi Nüzhet Bey’in eski bir tanıdığının kızıymış. İşte o hizmetçiden evde olanları öğreniyormuş. Evdeki bir hizmetçinin dışarıdaki sevgilisinden İspanyol nezlesi kaptığını öğrenmiş Nüzhet Bey. Sonra da bu hastalığın önce kimlere bulaşacağını tahmin etmiş. Ve bu oyunu oynamış.

Bahsi geçen dilenci çocukların ağzından da hikayenin doğruluğunu öğrenen polis, vicdani muhasebeye girişiyor. Bu beylerin nasıl zengin olduklarını düşününce bu zenginliğin fakirlere verilmesinin vicdanen doğru olduğunu düşünüyor. Ama öbür yanda da görevi var. Vicdanen suçsuz ama kanun önünde suçlusunuz, diyor. Polis bu ikilimden istifa ederek kurtuluyor.

*

Hakikaten sonunda böyle bir itiraf olmasa bulunması pek kolay olmayacak cinsten bir polisiye romanı.


10 Eylül 2024 Salı

TURFANDA MI YOKSA TURFA MI

 

 

TURFANDA MI YOKSA TURFA MI?

Mizancı Murat

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

4.Basım – Ekim 2023

273 sayfa

 

Yazar Mehmet Murat Bey, 1886’da çıkarmaya başladığı Mizan adlı gazete nedeniyle Mizancı Murat adıyla anılıyor.

Kendi yazdığı önsözde belirttiğine göre basit aşk romanları roman değildir diye eleştiride bulunmuş.  İnsanlar da çok biliyorsan sen yaz demişler. O da yazmış.

Romanın adına gelince. Onu da yazardan öğrenelim:  “Hikayenin içinde tasvir olunan şahıslardan Mansur, Zehra, Fatma, Mehmet, Ahmet Şunudi zamanın yeni mahsulleridir. İlerde çoğalacak benzerlerinin ilk önceleri, yani turfandaları mıdır yoksa kimsenin beğenmeyeceği cemiyet düşkünleri ya da turfaları mıdır?’ diyerek okuyuculara sual soruyoruz.”

*

Mansur. Cezayir’de doğmuş. Babası ölmüş. Kendisine ve annesine Fransız işbirlikçisi amcası bakmış. Sonra annesi de ölmüş.

Mansur, Fransa’da tıp tahsili almaya gidiyor. Sonra İstanbul’a geliyor. Milli ve dini hasletlerle İstanbul’a geliyor ama beklediğini bulamıyor. Tanzimat dönemi Osmanlı’sı. Batı etkisi yoğun. Mansur bunu beklemiyordu.

İstanbul’da amcası Şeyh Salih Efendi’ye gidiyor. Salih Efendi’nin bir oğlu ve bir kızı var.

Oğlu,  İsmail Rüştü Bey (25) evli.

Kızı, Sabiha (19) bekar.

Bir de diğer amcasının öksüz ve yetim kızı Zehra var. Hepsi başta Cezayir’deyken sonra yolları ayrılıyor. Zehra Cezayir’deyken bir Fransız subay Zehra’ya aşık oluyor. Zehra ve annesi İstanbul’a kaçıyor. Annesi burada vefat ediyor.

*


Mansur İstanbul’da doktorluğa başlıyor. Başka bir doktor olan Mehmet Efendi ile birlikte çalışıyorlar. Mehmet’in eğitimli akıllı kız kardeşi Fatma da onlara katılıyor bazen. İyi para kazanıyorlar. Mansur beri yandan da memurluk yapıyor. Ama oradaki memurların boş oturduğunu görerek şaşırıyor. Haksızlıklara karşı geliyor. Nihayet işi bırakıyor.

*

Dönemim modası Kağıthane’de gezmek. Ama bu gezmelerdeki flörtöz tavırlar Mansur’u ve Zehra’yı rahatsız ediyor.

*

Zehra ve Mansur esasen birbirlerini seviyor. Ama ikisi de aşırı gururlu ve iletişimleri de zayıf olduğu için birbirlerine açılamıyorlar.

Sabiha da Mansur'dan hoşlanıyor. Ama onunki biraz ayrangönüllülük.

*

Salih Efendi’nin ikinci karısından bir çocuğu oluyor. Kadının adı Müzeyyen. Ağabeyi Raşit Efendi aslında bu evliliği hazırlıyor ama Salih Efendi de yaşına ve şeyhliğine baksaymış da bu tufaya gelmeseymiş.

*

Raşit Efendi kötü, zalim, pisliğin teki biri. Kız kardeşinin çocuğu, Şeyh Salih’in tek mirasçısı olarak kalsın diye bir plan yapıyor.

Sabiha ile ona aşık Kazım Bey’i bir araya getiriyor. Bu ikisi sevişiyorlar. Bu sevişmeden Sabiha hamile kalıyor. Raşit, etraftakilere Mansur’un verdiğine inandırarak Sabiha’ya zehirli bir hap veriyor. Fenalaşan Sabiha son anda Mansur sayesinde kurtuluyor.

Raşit, Salih Efendi’lerin evine soktuğu İbrahim adlı seyisle anlaşıp İsmail’in bindiği atlı arabayı denize yuvarlıyor. İsmail ölüyor.

Zehra’yı da İbrahim bıçakla gece vakti uyurken öldürecekken Mansur görüyor. Mansur sesleri duyup İbrahim ile Raşit’i takip edince anlıyor olanları ve Zehra’yı kurtarıyor.

Bu arada Raşit ve İbrahim köşkü yakıyorlar. İbrahim kaçarken camdan atlayıp ölüyor. Sonra da yangında cesedi küle dönüyor.

Günler sonra;

Müzeyyen ve çocuğu ölüyor.

Sabiha “mahvoldu” diye geçiyor kitapta.

Salih Efendi’nin ilk karısı da ölüyor.

Şeyh Salih felç kalıyor.

Mansur, günler sonra evine dönen Raşit Efendi’yi alıp denize atıyor.

Mansur, Raşit’in ilaç aldığı eczacıyı da polise teslim ediyor.

Şeyh Salih bütün mirasını Mansur’a bırakıyor ve Zehra ile evlenmesini vasiyet ederek ölüyor.

Mehmet’e Anadolu’dan bir kız bulup evlendiriyorlar.

Fatma da Mehmet ile Mansur’un arkadaşı Nuri ile evleniyor.

Şeyh Salih ölünce Mansur Manisa’da bir çiftliğe yerleşiyor. Orada okul açıyor, doktorluğa da devam ediyor. Fatmalar bir gün onu ziyarete gidiyor. Zehra da. Orada artık birbirlerine aşklarını itiraf ediyorlar. Oğulları oluyor, Mahmut.

Mansur vatan işleriyle meşgul olup diyar diyar geziyor. Sonra ölüm haberi geliyor. Son mektubunda “Şevketli Sultan İkinci Abdülhamid Han Efendimiz Hazretleri yaşasın!” diyor.

*

Mansur iyi eğitimli, düzgün, temiz, pak, ahlaklı bir genç. Ancak çok dediğim dedik, uzlaşmaz, dik kafalı.

Osmanlı’ya hizmet etmek, vatana faydalı olmak için uğraşıyor ama çok padişahçı ve korkarım iktidara aşkla bağlı olduğu için yanlışlarının göremez durumda.

*

Bu roman edebiyattan çok bir fikir sunuyor aslında. Mansur karakteri ile yazar bize fikirlerini sunuyor. İdeolojisini, örnek insanın ve aile yapısının nasıl olması gerektiğini anlatıyor. Bu konuda milli ve dini bir motif çiziyor. Ben katı buldum bu tabloyu. Ama o dönem de biraz manyak bir dönemdi sanırım. İnsanların kafalarının allak bullak olduğu izlenimi alıyorum Tanzimat dönemi eserlerinden. Ne öylelik ne böylelik, oradan oraya savrulmuşluk. Dönemin aydınları bu durumda bu gidişat iyi değil, şu gidişat iyi diyerek yol gösterme ihtiyacı duymuş olabilirler.